”Kapıkule’ nin Ardındaki Sanatçılarımız” dahilinde olan ”Yurtdışında Yaşayan Sanatçılarımız ” yazı dizisine Almanya’ da sanatsal çalışmalarına devam eden İsmail Çoban ile başlamaktayız.
Yazı dizisi öncesinde projede yer alan sanatçılarımızın eserlerinin korunması adına yasal uyarıya dikkat edilmesi önemle rica olunur.
Bu yazısı dizisinde kullanılmak üzere Sanatçı İsmail Çoban ve İsmail Çoban Vakfı tarafından belirtilen yazı ve görsellerin kullanımı, proje danışmanı Vecdi Uzun’a telif hakları kanunları kapsamında izin verilmiştir. Bu kapsamda yayınlanan metin ve görsellerin herhangi bir yayın organında kullanımı izin ve telif haklarına tabidir.
Türkiye’ de telif hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (”FSEK”) korunmaktadır.

Dr. Peter Spielmann’ ın Kaleminden İsmail Çoban Özgeçmişi
”Yaşamın Dönümleri“
İsmail Çoban, 1945 yılında Çorum’da doğdu. İlkokuldan sonra Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu’nu bitirdi. Bir süre öğretmenlik yaptı. Ardından Beşiktaş Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na girdi. Özellikle hocası Karl Heinz Schlaminger’in etki ve teşvikiyle kendine özgü stilini oluşturmaya başladı.
1968 yılından Federal Almanya’ya göçtü ve 1971 de öğrenimini tamamladı. Diplomasını aldıktan sonra serbest ressam/ heykeltıraş olarak çalışmaya başladı.
Dağarcığında getirdiği yerel temalara, törelere kattığı evrensel boyutla, Almanya´da da İsmail Çoban yaygın ve haklı bir üne kavuştu. Çoban; Almanya, Avusturya, A.B.D., Arjantin Berezilya, İsviçre, Fransa, İtalya, Holanda, Kanada, Japaonya, Norveç, Kuba, Güney Afrika, Güney Kore, Polanya, Bulgaristan, Romanya, Azerbaycan Suriye, Çek Cumhuriyeti, Nikaragua gibi pek çok devlet müzesinde ve sayısız özel koleksiyonda yerini aldı. Eserleri bugüne değin tam 33 ülkede gösterildi. 170 i aşan kişisel 500 nün üzerinde karma sergisi ile, Federal Kültür Araştırma Enstitüsünün açıklamalarına dayanarak, Almanya düzeyinde 40 en çok sevilen ve sergilenen sanatçı arasında 9. sırayı aldı.
1968 dan sonra ilk defa Nadya Sanat Galerisi’nin çabalarıyla resimleri ülkesinde ilk defa 1992 de sergilendi. Bu serginin ardından sanatçı hiç bir ülkede yaşamadığı ve ne yazık yalnız kendi ülkesinde yaşadığı zorlu gümrük problemleri yüzünden bir daha eserlerini Türkiye’de sergilemedi.
Çoban eserleri ile Türkiye çıkışlı bir sanatçının, kökenine sımsıkı sarılarak, yerelliğin çemberini yıkıp, evrenselliğin sanatta oluşturduğu olağanüstü sentezin hangi ufuklara taşıdığını ispatlıyor.
1997 yılında heykelleri ile sanat sevenlerine yeni bir sürpriz yapan Çoban, bir sazın bütün tellerinde dolaştırıyor parmaklarını.
Monomental heykelleri ile zamanımızın yetiştirdiği, alçakgönüllü, usta bir sanatçının olgunluğuyla yaşıyor… Çoban’ın eserleri sadece seyredilmiyor, varlığını insanın bütün dünyasını kavrayacak bir güçle duyumsatıyor.
Dr. Peter Spielmann | Bürün – Çek Cumhuriyeti
Dieter Treeck’ in Kaleminden İsmail Çoban
Bakın, nasıl bir insan…
İsmail Çoban’ dan insan manzaraları
İki kültür arasında sürekli olarak mekik dokuyan, sınır tanımaz ressam ve çizer İsmail Çoban, ne anlatım (üslûp) ne de piyasa eğilimleri bakımından bilinen kalıplara sığmamaktadır. İşte onun, bu ‘şahsına münhasır’, yani eşsiz özelliğini ve inançlarından asla ödün vermeyen etkileyici uzlaşmaz kişiliğini yansıtan sayısız sanat eserlerinin inceliğini anlamak kimi kez güç olmaktadır. Dostları ve yapıtlarını toplayan hayranları, tekdüzeleşen çağımızda onun bu eşine az rastlanan erdemlerini görmektedirler. Onun yapıtları, eğilimlerini kendi yaratan sanat piyasasında şaşkınlığa yol açmaktadır.
1969 yılından beri Almanya’da yaşayan Çoban, hiçbir eğilime kapılmamasına rağmen, kendini sanatçı olarak kabul ettirdiği gibi, bireyselliğini ve sanat ahlâkı prensiplerini de korumakta ve çizdiği her yeni resimde sanatsal güvenirliğinin sınandığının bilincindedir.
Sanatına ancak İsmail Çoban’ın üstünlüğüyle hakim olan bir kişi bu denli özerk ve tartışılmaz derecede kendi çizdiği sanat yolunda ilerleyebilir. İsmail Çoban, izlediği yolda, kendini dizginlemeyi başarmakla kalmayıp, benliğine sinmiş renk duygularıyla Türkiye’nin doğasını ışıklandırmayı başaran ve herkesin hissedebileceği biçimde dışa yansıtabilen bir ressamdır. O yine kendi yolunda, kendine özgü teknik ve biçimlendirme sanatıyla oyma ve ahşap işlerinin yanı sıra, öncelikle baskı grafik çalışmalarına yansıttığı edebiyata olan özel sevgisini, metinleri aşırı süslemeye kaçmadan sanatında yaşamaktadır. Açtığınız bu sayfa, aynı zamanda resim sanatında da kendi yolundan şaşmayan sanatçının yapıtlarından çok küçük bir bölümü sergilemektedir.
Eserlerini biraz daha yakından incelediğinizde, ressam İsmail Çoban’ın salt sanatçı ve gizemli kişiliği ile felsefeyi resme işleyen ustalığını değil, politikayla da yakından ilgilenen çok yönlü bileşik kişiliğini görür, aynı zamanda doğru bildiği yoldan asla şaşmadığına ve inandığı yüksek ahlaki değerlerine tanık olursunuz ve merakınız büsbütün artar.
İsmail Çoban’ın çizdiği resimleri belirli zaman dilimleri içinde birbirini izleyen kesin bir kronolojik bütünlük oluşturmamaktadır. Kendisini etkileyen olaylar karşısında, dün neyse bugün de en güncel olayları ele alıp zaman içinde sanatsal çıkışlar yapmaktadır.
Edebiyatla ilgili deneyimleri de bunlara dahil edebiliriz: Örneğin, Pablo Neruda’nın şiirlerinden esinlenerek hazırladığı ”Günbatımı Barışları/ Friede für die Abenddämmerungen” isimli gravürlerden oluşan son derece güzel dosya yapıtını ele alalım. Ya da o kara günlerde sesini ülkemizde bir türlü duyuramayan ünlü Alman Musevi şair Else Lasker-Schüler’in anısına armağan ettiği, onun yaşam öyküsünü yansıtan dosyasına bir göz atalım. Öte yandan özellikle, Franz Kafka’nın insana sıkıntı verecek ölçüde gerçekleri değişik perspektiflerden anlatan yaşam hakkındaki düşünceleri ile içine büsbütün yaşam ve var olma korkusunun sindiği dünya vizyonu ve yine onun insanlık ve yaşam hakkına düşman bir toplumu yansıtan bunaltıcı betimlemeleri, Çoban’ın yapıtlarına aynen yansımaktadır. İsmail Çoban’ın yaşamındaki bir bunalım döneminde çizdiği, Kafka’yı anlatan korkutucu tehdit yüklü somut görüntülerle dolu çizimler, Çoban’ın zengin sanat yolunu ayrıca aydınlatmaktadır. Kendisine sığınan insanlara salt yardım etmek amacıyla, bürokrasinin sıkıntılı koridorlarında her an kendini tehlikeye atarak, çaresizlik içinde bir zamanlar yaşadığı o zor ve sıkıntılı günler iyi ki artık çok gerilerde kalmıştır. Başından geçen bu olayları elbette artık o korkunç şekliyle yeniden yaşamayacaktır.
İsmail Çoban’ın dönüp dolaşıp ele aldığı diğer bir kişi de ünlü çağdaş Türk şairi Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet’in 13 yıl süren siyasi mahpusluk günlerinde Bursa’da yazdığı (1936) Şeyh Bedrettin Destanı’nda yer alan ve belirli dönemleri canlandıran büyük boyutlu kara kalem çizimleri, içinde yaşadığımız yüzyılın yarattığı en etkileyici çizim sanatı yapıtlarındandır. Yine Nazım Hikmet’in yazdığı, fakat yaşamı süresince bir türlü yanıtını alamadığı son derece sarsıcı “Taranta Babu’ya Mektuplar”ının yanıtlarını, İsmail Çoban’ın 1995’te çizdiği 29 büyük boyutlu ve renkli çizimlerinde buluyoruz. Söz konusu mektuplar öğrenim için geçici olarak Roma’ya gelen Eritrealı (Habeşistan) bir zenci öğrencinin, 1930’lu yıllarda yurdundaki karısına yazdığı bir demet mektuptur. Roma’da İtalyan faşistlerinin hışmına uğrayan Benerci, korkusundan, kaldığı evden artık sokağa bile çıkamaz hale gelmiştir. Buna rağmen faşistler onu yakalayıp öldürürler. Cesedi ise hiçbir zaman bulunamaz. Daha sonra onun odasını kiralayan bir İtalyan yazar, Benerci’nin karısına gönderemediği bu mektupları, bir rastlantı sonucu karyola ayağına gizlenmiş şekilde bulur. Fakat o sırada İtalyanlar Addis Abeba’yı işgal ettiği için mektupları yayımladığı takdirde öldürüleceğinden korkan İtalyan yazar, bunları Nazım Hikmet’e emanet eder. Nazım Hikmet de mektuplara yazınsal bir biçim vererek bu trajedik olduğu kadar, politik açıdan da son derece önemli aşk öyküsünü edebiyat dünyasına kazandırır ve ona hak ettiği yeri verir. Taranta Babu’ya yazdığı yedinci mektupta Benerci artık Nazım’ın sesiyle yakınmaktadır (1935).
Taranta-Babu’ya
Yedinci mektup
…
Fakat ne hikmettir ki TARANTA-BABU,
büsbütün tersine burda bu.
Bir öyle şaşılası
dünya ki burası
bollukla ölüyor,
kıtlıkla yaşıyor.
Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi
insanlar dolaşıyor,
anbarlar kilitli
anbarlar buğdayla dolu.
Tezgâhlar,
ipekli kumaşla dokuyabilir
topraktan güneşe kadar giden yolu.
İnsanlar yalnayak
insanlar çıplak …
Bir öyle şaşılası
dünya ki burası,
balıklar kahve içerken,
çocuklar süt bulamıyor.
İnsanları sözle besliyorlar,
domuzları patatesle …
Nazım’ın bu şiirindeki hüzün dolu canlılıktan etkilenen İsmail Çoban, her zamanki gibi bunu yazınsal ve siyasi bir mesaj olarak kabullenir ve kendi sanatına işler.
Çoban, günlük yaşamında her gün yüz yüze yaşadığı kupkuru Almanca’ nın çoraklığından bunaldıkça, ana dilinin o çiçeklerle bezenmiş, büyülü destanlarına sığınıp aklın hayal gücüne gem vuran ve amacı çoktan büyüsünü yitirmiş olan Almanca’ yı kullanmaktan kurtulmaya çalışır.
Çoban ne oto sansür boyunduruğuna sokulmuş soyutlamalara ne de entelektüel simgeciliğe boyun eğer. Çizim alanının önüne geçtiğinde onu yönlendiren, kendine özgü bir spontanelik ve disiplin karışımı ile birlikte, kimi zaman âdeta büyük bir tutku ve sıkı bir kendini ifade etme güdüsüdür.
Onun her saati resim doludur. Ancak resimlerinden salt birkaçını sıkı sıkı tutup kaçırmamak, korumak ve sorgulamak şansına sahipsiniz. Ama kimi kez akşam olup da yüreğine hüzün çöktüğünde, o gün karşılaştığı yüzler gözünün önünde dalgalanmaya başlar. İşte o anlarda mutluluğu ve kırılıp dökülen hayallerini bir arada görür. Böylesi anlarda özgürlüğüne kavuşan kalemi, onun bilinç altındaki anı ve düşüncelerini, bağımsız ve özgürce kendiliğinden tuvale döken bir gereç haline dönüşüverir. O saatler, onun dış dünyayla bağını koparıp içine çekildiği, duygu ve düşüncelerinin sınırlarından taştığı anlardır. O saatler sanatçının yaratıcılığına yarın için yeni güç kaynakları sağlayan anlardır.
Derin düşüncelere dalıp kendinden geçtiği o akşamlar, İsmail Çoban’ın deyişiyle ”Meditasyon” akşamlarıdır ve o anlarda çizdiği eskizler, sanatçının yaratıcılığına yarın için yeni ilham kaynakları sağlayan anlardır. Çizdiği o eskizde belki de yarınki resminin izleri belirginleşmeye başlamıştır. Çünkü dönem dönem yaptığı çalışmalarının ardışık zaman dilimlerini oluşturan o günler, en önem verdiği konuların: sevgi, hoşgörü, insanlık, özgürlük ve ölüm, yas, şiddet, yabancılaşma, çifte ahlâk standartları ve yaşadığı efsanelerin birer açılımıdır.
Bir düşüncenin resme yansıması aslında kısa sürer. Kimi kez resim fikri çalışmaya başladıktan sonra bile ortaya çıkabilir. Yani, ressam, kalemini eline aldığında kafasında hemen hazır bir resim var demek değildir. Belki bir taslak bile yoktur. Olsa olsa bir ön sezisi vardır. Çizim aşamasına geldiğinde ilerisini daha çok bu ön sezi belirler. Artık resim neredeyse kendiliğinden oluşmaktadır. Az önce doğan ilham kaynağı anlaşılması güç bir gizeme bürünür ve resmin anlattığı öykü, sanatçının öz geçmişinden kaynaklanan mantıklı bir çizgiyle birleşmeye başlar. Bu çizgiler, hümanist sanatçı İsmail Çoban’ ın yaşamına kök salmış sevgi, dert ve umutların öyküsünü dile getirmekte kullandığı bir sanat aracıdır.
İsmail Çoban’ın resimleri kendi içlerinde biçimsel birer bütünlük sergileseler de, karşısındaki resimlere dikkatle bakan biri, kendi yaşamından kaynaklanan kafasında canlandırdığı resimleri de onların arasına koyacağı bir açıklık bulur.
Ve böylece bakılan her resim, gerçekte her izleyici için ayrı bir tablo olmasına rağmen, aynı izleyici kafasında canlandırdığı kendi resimleriyle o bütünü yeniden oluşturur.
Resmin varlık biçimi diyalogdur. Ve bu diyalog ressamın kalemini ya da fırçasını elinden bırakmasıyla bitmez. Çünkü her resim önce, Çoban’ın “kendini arama” diye adlandırdığı konusal dönem eserinde görüldüğü gibi, sanatçının kendi iç dünyasıyla sürdürdüğü bir diyaloğun sonucudur. Oradaki , ”kendi” kavramı, dönemsel yapıt dizilerindeki konularının yanı sıra (örneğin ,,Özgürlük Konusu”) ülkesi ve ülkesinin insanları için inanarak savunduğu politik çalışmalarına da yansımaktadır.
İsmail Çoban, polis karakolunda işkence görüp ırzına geçilen bir Türk kızıyla Almanya’da karşılaşır. Bu ırza geçme sonucu istenmeyen bir çocuk dünyaya gelmiş, çocuğa sanki yaşayan bir suç anıtı gibi, Türkiye’de o cezaevindeki insanlık dışı muamelelerden sorumlu generalin adı konmuştur. Genç kadının yazgısından etkilenen İsmail Çoban, simge olarak kırık bir aynayı seçtiği resimler serisini çizmeye başlar. O kırık aynanın her ufak bir parçası, talihsiz kadının yaşamının bölümlerinden koparılıp tanınmaz hale getirilmiş her ayrı bölümü, yok edilen geçmişi ve geleceği yansıtır. İsmail Çoban: ”Ben bu bağlamda savaşlarda kadınların durumunu düşünüyorum” ve “Burada yansıttığım kadınların elinden, benliklerini oluşturan, sevdikleri her şey alınmıştır” dedikten sonra, “Onlar artık geçmişlerinde kaybolan yüzlerini bile anımsayamamaktadırlar” der.
Onun kalemi resimlerle öyküler yazarken, bir yandan da faks aygıtından durmaksızın gazete kupürleri ve mektuplar akıp taşmaktadır: Aralarında, Türkiye’de dar görüşlü bazı çevrelerin, Bergama’da siyanürle altın çıkarma çalışmalarını engellemek amacıyla oluşturulan bir girişimin örgütlediği demokratik bir protesto eyleminde sözcülük görevini üstlenen sanatçının, katıldığı bu politik etkinliğin değerlendirilmesine ilişkin yazılar var. Sanatçı, inanarak savunduğu bu davada, çok sayıda insanın yaşam alanını daraltıp sağlığını bozacağı gibi, 400.000’in üzerinde zeytin ağacının ve eski çağlardan kalma birçok tarihi eserin yok olmasına karşı çıkmaktadır.
Her sanatçı siyasetin belirlediği koşullar altında yaşar. Kural budur. Ama İsmail Çoban, özgürlüğünü korumak isteyen her sanatçının aynı zamanda, bu kuralları değiştirme ve onlara yeni biçimler vermek gibi bir misyonunun da olduğuna inanmaktadır. Bir yandan cesur siyasi tavrı, öte yandan, içine sığındığı sıcak aile yuvası ve huzur duyduğu atölyesi her ne kadar karşıt duyguları bir arada taşısalar da onun sanatsal başarısını artırmaya yardımcı olmaktadır.
Sanat ideolojisinin belirlediği sanatçı kimliği ile bunun yaşam biçimine yansıması arasında kurulan denklem, o sanatçının öz yaşamını ne ölçüde onayladığına bağlı olduğu için, insan yaşamındaki bu tür karşıt duygular, aynı zamanda sanat içinde de karşıt duyguları beraberinde getirirler.
Özgün sanat eserleri üretmek kuşkusuz, öz yaşam biçiminden kaynaklanır ve aynı zamanda onun sanatsal bir ürünü olduğu gibi -tek boyutlu olamayacağı için- dünyayı somut algılama ile felsefi dünya görüşünü içinde taşıyan çelişkili duyguların bir sonucudur. İsmail Çoban hem Doğu hem Batı dünyasının felsefesini, kaynaklarını birbirine karıştırmadan benliğinde taşımaktadır.
O gurbete çıkmış Türkiyeli bir sanatçı olarak kalmaya devam ettiği ve gurbet onun artık ayrılmaz bir parçası olduğu halde, savunduğu insani değerler artık her iki dünyanın da kültürlerini taşıyan temel taşlarını oluşturmaktadır. Onun dağarcığındaki hoşgörü inanç ve anlayışına uymaz ise isyanını hemen dile getirmektedir.
Onu, yaşamına egemen olacak denli aşırı ölçüde etkileyen sınırlar, 1988 ülkesini terk ederken aştığı coğrafi ve kültür sınırları değildir. Onu daha çok etkileyen sınırlar, insanların duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını belirleyen sınırlardır. O sınırlar, insanların aldıkları eğitim, dünya ve politik görüşleri sonucunda kafalarında perçinleşen sınırlardır. Oysa sanat, kimsenin denemediği ve doğrulayamadığı bilinmezlerin sınırlarının cesaretle zorlanmasını ister.
İsmail Çoban’ın büyük boyutlardaki, hatta kimi kez anıtsal büyüklükteki resimleri, biçimsel prensip sınırlarını zorlayan ve onun felsefi görüş ve toplum anlayışı esasına dayalı son yıllardaki çalışmalarıdır. Bu çalışmalar, “pencereler” biçiminde iç içe sokup yüzeyini sıra sıra karelediği diğer resimlerdeki kompozisyon unsurlarından farklıdır. Çalışmanın son bölümünde çıkarılan tutkallı bantların resim üzerinde bıraktıkları açık renk şerit izleri,, simge” den çok, bir kompozisyon görevini üstlenmektedir.
İsmail Çoban’a göre: “Onlar bize dünyayı öğreten pencerelerdir”; “onlar içimizi delip geçen sınırlardır. İşte biz, karşımızdakinin sınırını aşmadan önce, kendi içimizdeki bu sınırları aşmak zorundayız.”
Sanat her ne kadar karşısında söyleşeceği bir dost ararsa da, sanat yapmak yalnızlığı gerektirir. İsmail Çoban yalnızlığın ne olduğunu iyi bilir. O zor günlerinde aradığı dostluğu bulamadığı için terk edilmişlik duygusuna kapıldığı çok olmuştur. Üç parçadan oluşan “Herkes kendi kaderine boyun eğer” konulu çok büyük boyuttaki resimler serisi, yaşamı boyunca çektiği, kökleri eskiye uzanan acıların bir ifadesidir.
Her şeye rağmen İsmail Çoban’ın hem özel hem de sanat hayatında hep ön plâna çıkan en önemli güç kaynağı SEVGİ’ dir. Onun canlandırdığı insan resimlerinde vahşice bir kaba gücün hemen yanı başında, dipdiri erotizm, romantizm, şiirsellik ve ölçülü bir sevgi arayışı sık sık göze çarpar. Kâğıda veya tuvale döktüğü insanlar arasında en ufak bir boşluk yoktur, onlar hep iç içe girmiş, bütünleşmişlerdir.
Onlar savaşır ve sevişirler. Kucak kucağa sarmaş dolaş, derileri birbirine yapışmış bu insanlar sonsuzluğa doğru erir giderler. En göze çarpıcı karakteristik özellikleri ise onların elleridir. Bir balerinin ellerini andıran figürlerle süslenmiş o eller, değişik jestlerle insana dokunur ve okşarlar. Resmin önünde durduğunuzda adeta size de kucak açar o eller.
Oysa çevresinde yaşayan buranın insanlarının birbirlerine soğuk ve özürlü fiziksel yaklaşımlarına bir türlü alışamamıştır İsmail Çoban.
Alman hayat okullarının ders plânında ön görülmediği için olmalı ki, o sıcak insan ilişkilerinin tadına varmayı bir tarafa bırakın; azıcık bir içtenliğe katlanmak bile zor gelir onlara.
İsmail Çoban’ın kendisi için artık yabancı bir dünya sayılmayan Almanya’nın Bergisches Land yöresinde eşi ve üç çocuğuyla yarattığı yuvanın sıcak havası onun resimlerinde de esmektedir.
Onun içindir ki, binlerce kez çizdiği inancını dile getiren sıcaklık, dostluk ve sevgi öğeleri, onun bugünkü iç dünyasını ve yaşam gerçeklerini dışa yansıtan bir ayna ve atıldığı SANAT denen büyük serüvende gücünü aldığı kaynaktır.
Dieter Treeck | Çeviri: Tekin Özbey
























